15 Nisan 2008 Salı

SAVAŞLAR

YENİ BİR HAÇLI İTTİFAKI VE NİĞBOLU SAVAŞI

Osmanlı sınırlarının Macaristan'a kadar dayanması, Macar Kralı Sigismond'u korkutmaktaydı. Zira Sigismond, ufuktan azametle yuvarlanıp gelmekte olan Osmanlı dalgasının, er geç kendi ülkesini de basacağını görmekteydi. Tek başına altından kalkamayacağını bildiği bir tehlikeye karşı gece rüyalarını, gündüz hülyalarını tutan ümid, her şeye rağmen yine de bir Haçlı ordusunun yardımında görüyordu. Fakat imdadına çağırabileceği devletlerden Venedik, bu Katolik dindasına müzaheret eder görünmekle beraber, Sigismond'un zaferinin Balkanlarda bir Macar hegemonyasına yol açacağından da endiseleniyordu. Cenevizliler ise siyasî ve iktisadî hayatlarının sağlıklı birşekildeki devamını Osmanlıların teveccühünü kazanmakta gördüklerini gizlemiyorlardı.

Sigismond, Osmanlı tehlikesini bertaraf etmek ve hatta Kudüs'e kadar gidebilmek için Avrupa'nın muhtelif memleketlerine elçiler göndererek yeni bir Haçlı ittifakının kurulmasını istiyordu. Bu ittifakın kurulması için Papalık makamı da, yoğun bir faaliyete girişerek kiliselerde Müslüman Türkler aleyhinde vaazlar verdirmeye başladı. Bu tesebbüsler, hedef Türkler olduğu için kısa bir süre içinde olumlu bir sonuç verdi. Böylece Sigismond ile işbirliği yapan Avrupa, heyecan ve ümid içinde idi. Yalnız Fransızlar değil, İngiltere, İskoçya, Lehistan, Avusturya, İtalya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler, Bulgaristan'da Sigismond 'un komutası altında toplanmaya başladı. Avrupa'nın her köşesinden süzülüp gelen cengaver, cesur ve tecrübeli şovalyeler, Osmanlı ordusunu aramaya başladı.

Birleşik Avrupa kuvvetlerinden meydana gelen bu birlikler, Sigismond'un kendilerine bildirdiği gibi, karşı tarafta bir tecavüz hareketi göremeyince, araştırmaya başladılar. Papanın desteği ile tertiplenen bu Haçlı seferine batılı bütün şovalye ve asilzâdelerin katıldıkları görülmektedir.Maiyetinde 1000 Fransız şovalyesi ile 7000 civarında yardımcı ve ücretli asker bulunan Burgonya dukası Jean de Nevers başta olmak üzere birçok asilzâdenin maiyetindeki Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol ve Polonyalı şovalyeler olduğu gibi, 1394 seferinin intikamini almak isteyen Eflâk Voyvodası Mirçe ve bir kısım Erdel kuvvetlerinin istirakı ile mevcudu 100.000'i (Sükrüllah, Behçetu't-Tevârih 130.000 kişi) bulan ve Türkleri Avrupa'dan sürmek gayesini güden bu Haçlı ordusu, Tuna boyunca ilerleyerek Vidin ve Rahova'yı aldıktan sonra 12 Eylül 1396'da Niğbolu önüne gelmişti. Venedik ve Rodos gemilerinden mütesekkil bir donanmanın da yardımı ile kaleyi muhasaraya başladılar. Niğbolu kalesini kuşatma altına alan Haçlı ordusuna karşı kale muhafızı Doğan Bey, şiddetli bir müdafaada bulunur. 15 gün devam eden bu kuşatma esnasında İstanbul önlerinde bulunan Sultan Bâyezid, Haçlıların hareketini duyar duymaz, muhasara mancınıklarını yakıp, Sucaeddin Evrenos Bey'i ileri göndermişti.

Kendisi de İslâm âlemine müracaat edip durumu bildirdikten sonra yanında bulunan 10.000 askerle yola çıkar. Anadolu ve Rumeli kuvvetlerinin Kara Timurtaş ile şehzadelerin komutasında sür'atle toplanıp Edirne'de kendisine ulaşmaları üzerine 60.000 kişiden meydana gelen Osmanlı ordusunun başına geçen Sultan Bâyezid, sür'atle Sipka geçidini aşmış ve Timova'da Stephan Lazaroviç ile birleştikten sonra Osma vadisinde Niğbolu ovasına hakim bir tepede ordugâhını kurar. Kaynakların verdiği bilgilere göre kalenin erzak ve mühimmat durumunu bizzat tesbit eden Bâyezid, 25 Eylül 1396 pazartesi günü (Osmanlı kaynaklarında Cuma) Niğbolu önünde meydana gelen savaşta mahirâne bir manevra ile iki kısma ayırdığı ordusunun yaya askerini yani yeniçerileri merkeze koyup onların etrafinda kapıkulu süvarilerini tesbit ile sağ ve sol kollara tımarlı sipahileri koymuştu. Arkada da ihtiyat kuvvetleri bulunuyordu. İki ordu, Niğbolu kalesi yakınında karşılaştılar. Galibiyet şerefini kazanmak isteyen Fransız süvarileri, başlangıçta Bâyezid'in merkezde yeniçerilerin önündeki ilk kademede bulunan ve Azep denilen hafif yaya kuvvetleri üzerine yüklenip onları mağlub ve imhaya başladılar.

Fransızlar, teslim olanları bile öldürdüler. Bundan sonra da Azeplerin gerisindeki Yeniçeri kuvvetleri üzerine yüklendiler. Fakat Yeniçerilerin ok yağmuruna tutularak epey telefat verdiler. Aynı zamanda da sol kanatta Anadolu askerine komuta eden Şehzade Mustafa kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılar. Fakat, bunları da bertaraf ederek ilerlediler. Plân gereğince Osmanlı merkez kuvveti bir miktar geri alındı. Bu çekilmeden cesaret alan Fransızlar, daha da ileri giderek kıskacın içine girdiler. Onlar, Osmanlı plânını bilen Sigismond tarafindan ileri gitmemeleri ve kıskacın içine girmeyip beklemeleri hakkında verilen emri dinlemediler. Bu defa plân gereği Osmanlıların üçüncü hattı da ikiye ayrıldı. Böylece Fransızlar tepeyi işgal etmiş ve muharebenin Türklerin mağlubiyeti ile neticelendiğini zannettikleri sırada bizzat pusudan çıkan Bâyezid'in komutasındaki kuvvetlerle karşılaşınca şaşırdılar. Fakat fazla zayiat vermemek için daha önce atlardan inmiş ve yaya olarak harb eden Fransızlar, geri dönüp atlarına binmek istedilerse de kaçacakları kapının kapanmış olduğunu görerek şaşırdılar. Bunları kurtarmak için Sigismond'un gönderdiği kuvvetler ilerleyemeyerek geri çekilmek zorunda kaldılar. Tuzağa düşmüş olan kuvvetler kısmen imha ve kısmen esir edildiler.

Osmanlı ordusunun merkezine hücum eden Fransız kuvvetleri ile olan muharebe, üç saat kadar sürmüstür. Eflâk Voyvodası Mirçe, muharebenin gidiş şeklini görünce neticeyi kestirerek hemen memleketine dönmüştü. Muharebenin en tehlikeli olan ilk safhası bittikten sonra Türk kuvvetleri, derhal ve şiddetle Sigismond'un kuvvetlerine hücum etmişlerdi. İhtiyat kuvvetlerini bile muharebeye sokmuş olan Macar Kralı, hiçbir başarı elde edemedi. Sonunda kesin sonucun alınma zamanının geldiğini gören Yıdırım Bâyezid, kendi ihtiyat kuvvetlerini taarruza geçirmek suretiyle Haçlıları müthiş bir paniğe uğrattı. Sigismond, maiyetindeki bazı adamların yardımı ile Tuna nehrine gelip kendini bir balıkçı kayığına zor attı. Nehirdeki Venedik amirali Mocenigo'nun kadırgalarından birine yanaşarak Karadeniz yolu ile İstanbul'a gelebildi. Oradan da Marmara ve Çanakkale Boğazından geçip Modon limanına uğradıktan sonra Dalmaçya'ya çıkarak memleketine gidebildi.

Niğbolu muharebesinde Haçlı ordusuyla gelen prens ve asilzâdelerden bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da esir alınmıştı. Harbe istirak etmeden kaçmış olan Eflâk kuvvetleri ile Hırvat askerlerinden başka, diğer bütün düşman kuvveti ya imha edilmiş veya kaçarken nehirde boğulmuştu.
Niğbolu'da esir düşenlerden bir kısmı önce Edirne'ye oradan da Gelibolu'ya götürülüp Haçlı donanması ile boğazdan geçmekte olan Sigismond ve maiyetindekilere teşhir edildikten sonra Bursa ve Mihaliç'e nakledilmişlerdi. Bunlardan bir kısmı da Memlûk sultanı el-Meliku'z-Zahir Ebu Said
Berkuk'a gönderilmişti. Niğbolu'da esir düşen asilzâdeler, sonradan Macaristan, Fransa ve Kıbrıs krallarının teşebbüsü ve Midilli prensinin kefaleti ile 200.000 altın florin fidye karşılığı serbest bırakılmışlardır.
Niğbolu'da elde edilen parlak zaferden sonra daha önce düsmanın eline geçmiş olan kaleler geri alındığı gibi Osmanlı himayesinde bulunan Vidin Bulgar krallığına da son verilmişti. Bundan sonra Macaristan'a büyük bir akın yapılarak külliyetli miktarda esir alınmıştı. Bu savaştan sonra Garp dünyası bir anda en seçkin asilzâdelerini kayb etmiş, süngüden kurtulan veya Tuna'da boğulmayan kılıç artıkları ise başsız, idaresiz ve perişan kafileler halinde geldikleri yerlere doğru dağlara düşmüşlerdi.
Öte yandan Niğbolu muzafferiyetinden elde edilen ganimet ve fidyelerden alınan hisseler ile Anadolu ve Rumeli'de birçok hayrat yaptıran Bâyezid'in Niğbolu'da ismine izafe edilen camii de bu sırada yaptırmış olması muhtemeldir.

Savaşı müteakip, akıncı ve sekbanlar yerleştirilmek suretiyle uç beylerinin faaliyet merkezi haline getirilen Niğbolu, serhad livası olarak Osmanlı idaresinde mühim bir rol oynamıştır. Genellikle Tuna geçitlerine hakim bir noktada, Eflâk'ı tehdid eden bir üs özelliğini taşıyan Niğbolu, Osmanlı hükümdarlarının zaman zaman Eflâk ve Macaristan seferlerine çıktıkları bir yer olarak Eflâk ve Macar krallarının taarruzlarına hedef olmuştu.

Malta Kuşatması

1555 yılında İran seferinden döndükten sonra Süleyman devlet işlerinin neredeyse tamamına yakınını Harem ve Sadrazamının üzerine bıraktı.Yeni Vezir olan Sokullu Mehmet, Selim'in kızı Esma Sultan ile evlenerek hatırı sayılır bir güç sahibi olmuştu.Bu dönemde 1566 yılında Sakız Adasının fethi Osmanlı Deniz gücünü Ege ve Çanakkale dışındada güçlendirmekle kalmamış,dış dünyaya Osmanlının sadece kara ile değil aynı zamanda deniz gücüylede ilgilendiğini göstermişti.Sokullu, Süleymanı denizlerde yeni fetihler yapması gerektiği konusunda ikna etti.1550 yıllarında 5. Charles'ın Mahdiye'yi fethi ile zaten yeni bir Akdeniz deniz savaşı başlamış,bu olay Malta Şovalyelerine Osmanlı gemilerine karşı korsanlık faaliyetlerinde bulunmaları için fırsat sağlamıştı.Eski bir korsan olan Turgut Reis'de hem bu korsanlık saldırılarını durdurmak hemde Sokullunun bizzat kendi müdahalesiyle Malta Adasına 1565 yılında saldırdı.Fakat adayı alamadı ve saldırı sonucunda başından yara alarak öldü.Bu dönemden sonra Osmanlı İmparatorluğu göreceli olarak gerilemeye başladı, elbette daha sonra ki yıllarda önemli fetihler yapılsada bu ilerlemelerin ivmesi azalarak gerileme dönemi denen yıllar başladı.

31 Mart 1877'de imzalanan Londra Protokolü'ne Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya iştirak ettiler. Osmanlı Devleti'nin Londra Protokolünü imzalamaması, batılı devletlerin çıkarlarıyla uyuşmuyordu. Osmanlı Devleti böylece protokolü reddetmiş oluyordu. Haber Petersburg'a varır varmaz Çar derhal bir savaş meclisi topladı. Bu mecliste, bütün Rusya'da seferberlik ilanına ve büyük çapta savaş tedbirleri alınmasına karar verildi. 23 Nisan 1877 tarihinde Rusya'nın İstanbul Elçisi iki devlet arasında siyasi ilişkilerin kesildiğini bildirip İstanbul'u terk etti. Rusya savaşın sebebini İstanbul Konferansı'nın hükümlerini Osmanlı Devleti'ne kabul ettirmek olarak gösterdi. Halbuki Rusya'nın gerçek amacı Balkanlar'daki Eyaletleri Osmanlı Devleti'nin hakimiyetinden kurtarmak ve Balkanlar üzerinde kuracağı nüfuz ile yıllardır hayalini kurduğu İstanbul ve Boğazlar'a yaklaşmaktı. Diğer taraftan da Anadolu'nun kuzey-doğusunda Kars, Ardahan ve Erzurum'u ele geçirerek bir taraftan Karadeniz'de kuvvetlenmek diğer taraftan da İskenderun yönünde bir yayılma imkanı sağlamaktı. Görüldüğü gibi Rusya, en ince ayrıntısına kadar bir plan hazırlamıştı. 18 nci yüzyılda Avrupa'da kurulmuş stratejik dengeler gereği Almanya, savaşın başından beri Rusları destekliyordu. Avusturya ise Macar toplumuyla aynı ırktan olan Türklere karşı duydukları sempati sonucu tarafsız kalmıştı. İngiltere, Hasta Adam'ın mirasına göz dikmiş olan Rusya'ya başlangıçta karşı çıktı. Ama Çar, İngiltere'ye gönderdiği gizli mesajında İngiltere'nin herhangi bir çıkarına ilişmeyeceğini belirtti. Bunun üzerine İngiltere tarafsızlığını ilan etti. Yukarıda belirtildiği üzere, savaş haberi İstanbul'a ulaştığında II. Abdülhamit, Paris Barış Antlaşmasını imzalayan Avrupa Devletleri'nden umduğu yardımı bulamamıştı. Savaş kaçınılmazdı ve hazırlıklar süratle başlatıldı. Ruslar seferberliklerini süratle tamamladılar. Fakat savaşın daha başında geniş ölçüde askeri harekata başlamamakla ve ordunun büyük kısmını farklı maksatlar için ayırmakla büyük bir strateji hatası yaptılar. Bu biraz da Osmanlı Ordusunu küçümsemelerinden ileri geliyordu. Osmanlı Ordusu ise düşmanın bu hatasından istifade ederek kendini toparlama fırsatı buldu. Osmanlı Devleti daha ilk ültimatomdan itibaren hazırlığa başlamış bulunuyordu. Fakat işlerin çok yavaş yürümesinin yanı sıra ordunun lojistik ihtiyaçlarını karşılayamaması Osmanlı Devleti'nin bu fırsatı iyi kullanamamasına sebep oldu. Meclis-i Mebusan ile Meclis-i Ayan harp taraftarı idi. Bununla beraber Osmanlı Ordusu komutanlarından muharebenin ne olduğunu bilenler ve Rus Ordusu hakkında bilgi sahibi olanlar harbe karşıydılar. "Bu hal ile biz muharebe edemeyiz, edersek ukalaya (akla) karşı cinnet etmiş oluruz" diyen Ali Rıza Paşa Osmanlı Devleti'nin harbe sürüklenmekte olduğunu görünce de bu halden cinnet geçirmiş ve intihar etmiştir. Sultan II. Abdülhamit, devletin harp gücünün yetersizliği hakkında endişeleri olmakla beraber harp taraftarlarına uymak zorunda kalmıştır.

Balkan Cephesi

Bulgaristan'a giren Rus Kuvvetleri üç kola ayrıldı. Bir kol her ihtimale karşı Ziştovi Bölgesinde bırakıldı. Bir kol Niğbolu'ya, Veliahtın bizzat kumanda ettiği bir kol da Yantra'ya doğru ilerledi. Ziştovi Bölgesinde kalan kuvvetlerin bir kısmı General Gurko komutasında Tırnova'yı zaptetti. Böylece Ruslar, Tunca Vadisine giden yolların kavşağını ele geçirmiş ve Balkan geçitlerini tutmuş oluyorlardı. Bunlardan birisi de stratejik önemi çok büyük olan Şipka Geçidi idi. Şipka'ya iki taraftan taarruz edildi. Osmanlı Askerinin kahramanca direnişi bu taarruzları boşa çıkardı. Bununla beraber geçidin er geç düşmesi ve buradaki kuvvetlerin esir olması kaçınılmazdı. Çünkü arada büyük güç farkı vardı. Hulusi Paşa, bunun üzerine teslim olacağını bildirerek Rusları oyaladı. Sonra askerini geçidin yanlarındaki yollardan çıkartıp esir olmaktan kurtardı. Aldandıklarını anlayan Ruslar, hücum ederek geçidi işgal ettiler. Bu sayede Ruslar, Bulgaristan'ı ele geçirmiş oldular. Türklere karşı emsali görülmemiş bir öldürme hareketi başladı. Rus ve Bulgar akıncıları Yeni Zağra ve Eski Zağra dolaylarına kadar olan bölgeyi kan ve ateş içinde bıraktılar. Bu olaylar İstanbul'da çok kötü etkiler uyandırdı. II. Abdülhamit sonunda Redif ve Abdülkerim Paşaları azletti ve savaşın İstanbul'dan idaresinin mümkün olamayacağını kestirerek Tuna Ordusu Komutanlığı'na Mehmet Ali Paşa'yı getirdi. Süleyman Paşa ve Rauf Paşa kuvvetlerini birleştirerek Yeni Zağra ve Eski Zağra'yı ele geçirdiler. Ancak Ruslar, Şipka Geçidi'ni büsbütün takviye ettiklerinden geçit ele geçirilemedi. Ele geçirilseydi muhakkak ki savaşın sonucu da değişirdi.


Plevne Savunması

Ruslar için önlerinde tek engel olarak Plevne vardı. 3 Eylül'de saldırmışlar ancak Osman Paşa'nın dayanması sonucu ilerleyememişlerdi. Rusların İstanbul'a istedikleri gibi inemeyip Plevne'de oyalanmaları Rus Ordusu'nda yılgınlık ve ümitsizliğe yol açmıştı. Nihayet 19 Temmuz sabahı düşman üç koldan Plevne'ye saldırdı. Taarruz için açtığı ateş askerden ziyade kasaba halkına zarar vermişti. Plevne, Batı Bulgaristan ve Balkan geçitlerine giden yolların kavşak noktası idi. Bu yüzden Ruslar buraya çok önem verdiler. Osman Paşa topçu ateşine 2 saat kadar karşılık verdikten sonra ateşi kesti. Ruslar Osmanlı topçusunu susturduklarını sanarak taarruza kalkıştılar. Bu taarruz kırıldı ve Osman Paşa karşı hücumla düşmanı çekilmeye mecbur bıraktı. Osman Paşa, düşmanı takip etmek istedi. Ama İstanbul'daki Paşaların Plevne'den çıkmamasını emretmesi ve Süleyman Paşa ile olan irtibatsızlık sonucu Ruslar fazla kayıp vermeden çekildiler.
Harp, Yıldız Sarayından idare ediliyordu. Halbuki tarihte, saraydan idare edilerek kazanılmış bir harp yoktu. Ruslar birçok taarruz gerçekleştirdiler ancak başarılı olamadılar. Plevne'nin ancak kuşatmayla ele geçirilebileceğini anlayan Ruslar, Romanya'dan yardım alarak toplam 130.000 asker ve 450 topla Plevneyi kuşattılar. Halbuki Türk Kuvveti 42.000 kişi ve 72 toptan oluşuyordu. Türkler 3 kuşatma çemberinden ikisini yarmayı başardı. Ancak neticede teslim olmaya mecbur kaldı.
Savaş sırasında isyan ederek bağımsızlığını ilan eden ve kuşatmada ordusu ile Rusya'ya yardım eden Romen Prensi'nin elini sıkmayan Gazi Osman Paşa, daha sonra Rusya'ya gönderildi. Rus subayları, yarasına rağmen ayağa kalkan Osman Paşa'yı "Bravo!!!" sesleriyle selamlarken General Skobeleff: "Bu yüz, büyük bir kumandanın yüzüdür. O'nu gördüğüme çok sevindim. Gazi Osman Paşa muzaffer bir kumandandır. Teslim olmuş olmasına rağmen muzaffer sayılacaktır" diyordu. Osman Paşa derhal Grandük'ün çadırına götürüldü ve yarası muayene edilip sarıldı. Plevne Kahramanları harp tarihini değiştiremediler ise de Türk Ordusu'nun askerlik şerefini kurtarmış oldular.
Plevne'nin düşmesinden sonra olaylar çorap söküğü gibi geldi. Sırbistan da Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. Ruslar ise Edirne'ye kadar ilerlemişlerdi. Osmanlı Kuvvetleri Rusların Edirne'ye girmelerini geciktirdiler; ancak Ruslar 20 Ocak'ta Edirne'ye girdiler.

Kafkas Cephesi

Osmanlıların 55.000, Ruslar'ın ise 120.000 kişilik orduları vardı. Rus Kuvvetleri Osmanlı topraklarına üç koldan girdiler; Kars, Doğu Bayezıt ve Ardahan kısa sürede ele geçirildi. İlk önce Doğu Bayezıt kaybedildi (20 Nisan). Bu kuvvet, ikinci kolun Ardahan'ı ele geçirmesiyle (17 Mayıs) ikinci kolla birleşip Kars üzerine baskı yapmaya başladı. Şark Ordusu Umum Komutanı Ahmet Muhtar Paşa, Kars'ın ele geçirileceğini görünce kuvvetlerinin bir kısmını Erzurum'a doğru kaydırdı. General Melikof, 25 Haziran'da Ziyin'de Osmanlı Kuvvetleri'ne saldırdı ama bin pişman oldu. Osmanlı'nın taarruzu ile karşılaştı ve Gümrü'ye kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Osmanlı'nın bu başarısı uzun sürmedi. Rus Kuvvetleri takviye edilirken Osmanlı Kuvvetleri gün geçtikçe erimekteydi. Bu yüzden 4 Kasım'da Deveboynu'na saldırdıklarında Osmanlı Kuvvetleri'nin önce merkezini sonra da kanatlarını yoğun top ateşi ile dağıttılar. Ancak Gazi Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordu, komutanın başarılı taktikleri ile çok fazla kayıp ve esir vermeden Erzurum'a kadar çekildi. 9 Kasım gecesi Ruslar Aziziye Tabyası'na hücum ettiler. Ancak Türk Kadını Nene Hatun'un teşvikiyle ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki askeri kuvvetlerin yardımı ile Aziziye Tabyası'ndan düşman atıldı. Ancak 19 Kasım'da Kars düştü. Kale ile birlikte 800 subay, 17.000 er, 300 top ve pek çok mühimmat Ruslar'ın eline geçti. Kışın gelmesiyle Ruslar Erzurum'u kuşatmaktan vazgeçtiler. Osmanlı Ordusu'nun bir kısmı Bayburt'a çekildi. Başarılı Şark Ordusu Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa da Rumeli'ye gönderilmek üzere İstanbul'a çağrıldı.

Ruslar, belki başlangıçta planladıkları gibi Erzurum'u ele geçiremediler. Ancak Osmanlı Ordusu'nu bir hayli yıpratmış oldular. Bu da Rus Ordusu'nun moralini yükseltmekte ve "Osmanlı'nın yenilmezliği" önyargısını unutmalarına sebebiyet vermekteydi. Savaşı kazanmak için askerde bulunması gereken en önemli unsurlardan biri "moral"dir. Bu savaş da bunun bir ispatıdır. Nitekim bu galibiyetler, Balkan Cephesi'nde duyuldukça savaş onların lehine dönmekte gecikmeyecekti.

Ayastefanos Antlaşması

Ruslar, 20 Ocak'ta Edirne'ye girer girmez II. Abdülhamit, Rauf Paşa'yı göndererek mütareke isteminde bulundu. II. Abdülhamit, mütarekeyi imzalamak üzere Servet ve Namık Paşaları gönderdi. Namık Paşa, Rus Orduları Başkomutanı'na bir gün evvel şu haberi gönderdi: "Grandük'e söyleyiniz. Ben annesinin ve babasının çok iyi dostu idim. Şimdi ihtiyarladım. Lakin belimi büken ihtiyarlıktan fazla zavallı vatanımın böyle gaddarca felaketlere uğramasından ve kendimde bu acı vazifeyi ifaya mahkum olduğumu görmekten doğan keder ve acıdır. Grandük merhametsizlik etmesin." Bu sözler Grandük Nikola'yı mağlup düşmana karşı daha dürüst davranmaya sevk etti. Ancak şartlar, savaş öncesi devletlerarası toplantılarda tespit edilmiş olan ıslahat tekliflerini gölgede bırakacak derecede ağırdı. Balkanlar'da Osmanlı hakimiyeti siliniyordu. Buna büyük devletler tepki gösterdi. İngiliz Donanması İstanbul'a geldi. Ayastefanos'da (Yeşilköy) Rusya ile Osmanlı Devleti arasında antlaşma imzalandı. (Ayastefanos; İstanbul'un kapısı demekti. Bu yüzden Rusya antlaşma yapmak için burayı seçti. Yeşilköy'e kadar geldiklerinin göstergesi olarak da bir anıt diktiler. Bu anıt 1915 yılına kadar Yeşilköy'de bir utanç abidesi olarak kaldı.) Ancak İngiltere ve Avusturya bu antlaşmayı kendi çıkarlarına ters düştüğünden beğenmedi.


Berlin Konferansı ve Antlaşması

İngiltere, bu işten karlı çıkabilmek için birbirinden habersiz olarak hem Rusya ile hem de Osmanlı Devleti ile gizli antlaşmalar yaptı. 4 Haziran 1878'de İstanbul'da imzalanan gizli antlaşmaya göre Kıbrıs'ın işgal ve idaresi; Rusya'nın Batum, Kars ve Ardahan'dan herhangi birisini elinde muhafaza etme veya yeni fetihlerde bulunma ihtimaline karşı İngiltere'nin adı geçen toprakları muhafaza ve müdafaa etmesi suretiyle İngiltere'ye bırakılıyordu. Bu tarihe kadar Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü koruma siyasetini izleyen İngiltere, bu tarihten sonra artık Osmanlı Devleti'nin yıkılmasını kaçınılmaz sayacak ve bu devletin topraklarını ele geçirmek yahut da bu topraklar üzerinde kendisine bağlı devletler kurma siyasetine başlayacaktır.

13 Haziran-13 Temmuz 1878 tarihleri arasında gerçekleşen Berlin Kongresi'ne Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere, Avusturya, Fransa, İtalya ve Almanya katıldı. Bu kongrenin kabul ettiği Berlin Antlaşması'yla, 1856 Paris Barışı ile kurulmuş olan ve Osmanlı-Rus Savaşı ile bozulan dengenin yerine bir yenisi kuruldu. Berlin Kongresi'nin en önemli yönü Yunanistan'ın bağımsızlığını alışından sonra diğer Balkan ülkelerinde gelişen bağımsızlık duygularının bir sonuca varmış olmasıdır. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız olmuşlar, Bulgaristan ise bağımsızlığına çok yaklaşmıştır. Günümüze yansıyan bir sonucu da Ermeni meselesidir. Osmanlı Devleti, antlaşmaya göre Ermeniler lehine ıslahat yapacak onları Kürt ve Çerkezlere karşı koruyacaktı. Ayastefanos'ta Ermenilerle Rusya'nın ilgilendiğini gören İngiltere, Ermenilerin savunmasını üzerine alıyordu. Şu halde Osmanlı menfaatleri yönünden, Berlin Antlaşması Osmanlı Devleti topraklarının bir kısmını paylaştırdığı gibi geri kalan topraklar için de açık kapı bırakmıştır. Bu harbin sonunda Osmanlı İmparatorluğu toplam toprağının beşte ikisi ile nüfusunun beşte birini (yaklaşık yarısı Müslüman olan) terk etmek zorunda bırakılmıştı. Ayrıca büyük bir gelir kaybına uğramaktaydı. Kısacası, Berlin Kongresi Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü gösteren ağır bir darbeydi. Avrupa'nın önde gelen devletlerinin Berlin Kongresi'nde, Osmanlı Devleti hakkındaki niyet ve tutumlarını M. De Blowitz Une "Course A Constantinople" adlı kitabında şu ifadelerle açıklamaktadır: "Berlin Kongresi'nde, Avrupa Diplomasisinin en büyük doktorlarından yirmisi yeşil örtülü masanın etrafında oturmuşlar ve 30 gün "Hasta Adam" dedikleri Türkiye'nin durumu üzerine görüşmüşlerdir. Görüşmeleri sonunda yirmi doktor, başlarında büyük Hipokrat olduğu halde, ilkin hastanın sağ ayağını, sonra sol ayağını ve daha sonra sol elini kesmeye karar verdiler. Bu üç ameliyat başarı ile sonuçlanınca hastaya: "Artık rahatsızlığınız geçmiştir. Hele biraz yürüyünüz de görelim." dediler. Çolak ve kötürüm hale getirilen hasta kımıldamamakta ısrar edince alim doktor: "Şu halde geri kalan uzuvları Avrupa'nın anatomi müzelerine dağıtıp fizyolojik denemeler yapmaktan başka çare yok." diye bağırdı.

İşte Avrupa, Türkiye'yi hastalığından kurtarmak için bu zihniyetle hareket etti. Berlin Kongresi'nden sonra Osmanlı topraklarının büyük devletler tarafından paylaşılması, Blowitz'in yukarıdaki tasvirini tarihi bir gerçek haline dönüştürmüştür.

Hiç yorum yok: